Son İki Saat - Gerilim / Psikolojik (ÖDÜLLÜ)
- Zumrut Tanrioven
- 12 May 2024
- 11 dakikada okunur

Saat: 22:00
Tüm bu olanların hiç biri benim suçum değildi.
Aslında düştüğüm bu kaotik atmosfer de benimle alakalı değildi.
Benimle alakalı olan tek şey; savaşmam gereken bu virüstü.
Saat: 22:00
Kendimi yataktan itercesine kaldırdım ve üzerime kotumu geçirip, kiremit rengi tişörtümü giyindim. Neredeyse 10 yıldır benimle birlikte olan deri ceketim de omuzlarıma oturduğunda, hareket etmeden önce son bir kez içimi karartan odaya baktım. Sonra bunu yapmazsam, her şeyimi kaybedeceğimi yeniden kendime hatırlatarak odadan hızla çıktım. Bana görünen karanlık derinleştikçe, ona doğru ilerliyordum.
Koridorun sonunda üzerime yağan birkaç parça kâğıtla beraber yere diz çöktüm ve tüm parçaları avucuma toparlayıp onları okumaya çalıştım. Aslında çok sevimli bir adam sayılmazdım. Benim bu notu bulmamı isteyen her kimse bunu, beni tüm bu maceraya değer bulduğundan yapmıyordu. Sadece bir şans... bana savaşmak için bir fırsat sunuyordu sanki. Gerçi notta yazanlar beni o kadar da mutlu etmemişti çünkü zihnimin içine etmişti ve kafamı ölesiye karıştırmıştı.
"Ne bu şimdi... lisede miyiz..." dedim kendi kendime. 26 yaşındaydım. Liseden mezun olalı çok olmuştu. Yine de, düşününce o zaman bile maskeli baloya gittiğimi hatırlamıyordum. Bu benim direkt almam gereken bir şey miydi emin olamıyordum ama sonuçta avucumun içindeydi. Gitmem gerektiğini hissediyordum. Gitmeliydim.
"Ah, hadi ama.. yapma.." yine kendi kendime söylenmeye bayıldığımdan, tek kaşım kalkarken, gözüm elimdeki notun son parçasına ilişmişti. Burada minik harflerle "gece yarısı bitecek olduğunu hatırlatmak isteriz" yazıyordu. Gece yarısına sadece iki saatim vardı. Söylenen adrese gitmem 20 dakikamı alacaktı. Bu durumda beni sadece 1 saat 40 dakika bekliyordu. Ellerimi stresle dağınık koyu kestane saçlarımdan geçirirken iç çektim. Kim bir partiyi gece yarısı bitirmek isterdi ki? Hani en çok eğlenilen saatler ne olacaktı? Sabahlama... çok içki... falan filan.
Yeniden nefes bırakıp, çıkışa doğru ilerlemeye başladım. Bu işe nasıl bulaştım, hala başını hatırlayamıyordum. İçimde bana sürekli "yürüsene be adam" diyen bir ses vardı. Şu baştan beri dediğim kelime işte; baylar ve bayanlar, tam anlamıyla canına okunmuş bir adamdım.
Saat: 22:21
Tam olarak 20 dakika süreceğine emin olduğum yol 21 dakika sürdüğünde genel de insanlar bunu umursamaz ama benim kadar takıntılı bir adam olursanız, takmayacağınız konu sayısı oldukça azdır. Ben güçten düşmüş eski bir davulcuyum. Yani notaları bilen bir baterist diyebiliriz. Bu da her küçük ayrıntıdan zevk almanız demektir. Bu yüzden detaylar önemlidir. Güçten düşmek derken... her neyse bu konuya sonra geleceğim.
Önce balonun yapıldığını düşündüğüm eski bir opera salonuna doğru ilerledim. Ana kapının önünde sırt sırta saf tutmuş kalabalığın ortasına girmek hiç gözümün yemediği bir işti. Bu yüzden kendimi bir anda, kedilerin gölgesiyle dolmuş ara sokakta bulmuştum. Çöplerin koktuğu, hani filmlerde de bol bol evsizlerin kaldığını gördüğümüz yerlerden biriydi işte. Kedilere alerjim olduğu için onlardan kaçınmaya çalışarak operanın bildiğim diğer kapılarını aramaya başlamışken fark ettiğim ilginç bir şey, beni birkaç dakika daha kaybetmeye zorlamıştı. Kediler neredeydi? Kendimi onların gölgelerini izlerken bulmuş, düşünceli bir şekilde sakallarımı ovuştururken yakalamıştım. Çok zaman kaybediyordum. Gölgelerin sahiplerini bulmak için biraz daha beklemem gerekecekti.
"Pekâlâ kedicikler, sizinle sonra hesaplaşacağız."
Ara sokağın karanlığa giden yolunu seyrederken, tam da hatırladığım gibi daha küçük ama görülen o ki kimsenin fark etmemiş olduğu kapıdan girmek için kapıya dokundum. Bu günlerde ben mi garip hissediyordum yoksa çok mu hafiflemiştim. Dokunduğum hiçbir şey bana gerçekten ağırmış hissi vermiyordu. Bu sorguladığım konunun da çözümüne sonra gelmek üzere kapıyı açtım. Ne de olsa kafasının içine edilmiş bir adam olarak, çok fazla başlık açmaktan da çekinmem gerekiyordu.
Kapıyı açtığımda opera salonunun tamamen açık bir balo salonuna dönüştürülmüş olduğunu fark ettim. Koltuklar ve sahne yoktu. Parke kaplı zemin alabildiğine uzanıyor, vitray işlemeli camlar, barok detaylı çerçeveleriyle adeta zamanın başka yıllarına çekip alıyordu insanı. Bu tip konulara bayılırdım. Tarih, heyecan, tutku, kocaman kumaşlar ve şimdi olmayan diğer her şey. Ama içerideki atmosferin dışında zeminde gördüğüm gölgeler dans eden gölgeler olduğu için kapıyı arkamdan kapanması için bırakırken yeniden düşünmeye başlamıştım. "Yine bu durum..." diye geçirirken aklımdan düşüncelere dalmakta da hiçbir zaman gecikmiyordum. Gölgeler dans ediyor. Kalabalık çok. Peki bu gölgelerin sahipleri nerede? Yanıma gelen yeşil gözlü bir kadın, bembeyaz elleriyle bileğimi tutarken, irkilmeden önce, dokunuşunun ne kadar soğuk olduğunu düşünmüştüm.
"Hey."
Kadını uyaran ses tonum, onu geri adım attırmamıştı. Daha çok yüzündeki muzur gülümseme genişlemiş ve gözlerindeki ifade, yaramaz bir hale dönüşmüştü.
"Hayatım, geç kaldın, al şu maskeyi, yoksa eğlenceye gecikeceksin."
Bana uzattığı bir sürü bordo ve gri tonlardan renkli kareden oluşan klasik bir maskeyi bana uzattı. Ona şüpheyle baktım. Sonra onun maskesini takmak için hareket ederken bakışlarını yukarıya çevirdiğini gördüm ve benim de annemin değimiyle "zeytin" rengindeki gözlerim tavana sabitlendi. Sonra bakışlarımı yeniden zemine indirdim ve gölgeleri takip ettim. Bu gerçek olabilir miydi? Bu kadar gölgenin sahibi tavanda dans ediyordu. Ama orası bir tavan değildi.
"Hadisene."
Kadının beni çekiştirmesiyle maskemi takmak için derin bir nefes aldım. Buz gibi maske dudaklarımı açık bırakacak şekilde yüzümü tam da olması gerektiği gibi kavramıştı. Yine kafamı darmadağın eden o anla birlikte, kendimi dans edenlerin arasında buldum.
Tavana mı çıktım diye merak ediyorsunuz değil mi? Hiç de değil... onlar bana gelmişti.
Saat: 22: 38
Yanımdaki kadının kim olduğunu bilmiyordum.
O da beni tanımıyordu ama bundan benim kadar rahatsızlık duymadığına emindim. Sonunda elimi bırakıp gülümserken, bana baktı ve maskeyle kaplanmış yüzünde ilgimi çekecek bir çift gözü üzerime dikti. "Az önce yeşildiler bunlar" diye geçirdim içimden. Ancak şimdi gümüş bir renkle parlıyorlardı. Sanki içine kurşun eritmişler gibiydi. Kendi gözlerime de bakmak için salonun etrafına duvarlara dayalı duran devasa ve işleme çerçeveli aynalardan birine doğru döndüm.
Ben kolay şaşıran bir adam olmadım hiçbir zaman. Masa üstünde zindanlar ve ejderhalar oynarken oyunun ilk dakikasında ölmek bile bana bu kadar hayret verici gelmemiştir. Bana hayret veren şey şuan, yanımda başka yöne doğru bakan ve üzerinde kocaman kumaşlarla kaplı bir elbise giyen kadını aynada görürken, kendimi nasıl göremiyor olmamdı.
Çok kalabalığa kalmadan, kenara doğru ilerledim. "Aynalardan uzak dur adamım" diyordum kendi kendime. Salonun neredeyse her noktası bunlarla kaplıydı ama bazı kıyı köşe yerler ve üst kata dolanmış balkon bunun dışında kalıyordu. Bu yüzden üste çıkan merdivenleri bulmak için kendimi yürümeye zorladım. Buradaki herkes çıldırmış gibiydi ama aynı zamanda inanılmaz zariflerdi. Birbirinden başka renkler ve kumaşlarla yapılmış elbiseler içinde dans ederken, etraftaki masaların üstünde bir ordu doyuracak kadar yiyecek vardı. Aralarındaki tek farklı olmayan şey bu kadar insanın gözlerinin, maskelerle birlikte gümüş renkte olmasıydı.
Yavaş yavaş yukarı çıkan merdivenleri çıkarken, fark ettim ki gerçekten de burada hiçbir şekilde ayna yoktu. Rahatlamış olduğumu söylemem lazım. Çünkü buradaki 1700'lerden fırlama tipler, aynalarda bütün ihtişamlarıyla görünürken, bana kendimi hiç iyi hissettirmemişlerdi. Yani aslında yakışıklı bir adamdım, hal böyleyken insanın kedini aynada görmek istemesi normal olmalıydı. Var olmadığım hissine kapıldıkça, saçmaladığımı biliyordum ama çok sorgulamadan kendimi sakinleştirip, aşağıya doğru baktım. Bunlar her kimse sanki biri onları iplere bağlamış ve aynı şekilde hareket ettiriyordu. Bu balo neden vardı ve en önemlisi de burada benim ne işim vardı, aklım almıyordu. Güçten düştüğümden beri zaten muhakeme yeteneğimde bir hayli azalmıştı. O zayıflayan güç meselesine geleceğim, unutmadım.
Zihnimde sürekli ismimi sayıklayan birilerini duymaya başladığımda kaşlarımı çatmıştım. Gariplikler artarda gelirken daha ne yapabilirdim ki? Söylenip, yakınıp, kaşlarımı hareket ettirmek için tam da zamanıydı. Niye bana seslenen birileri vardı zihnimde? Bunlar her kimin sesleriyse benim için üzülüyor olduklarını anlamam için onları görmeme gerek yoktu. Sesleri titriyordu. Arkamdan yaklaşan uzun tırnaklı kadın beni gafil avladığında da bu kafamın içinde duyduğum seslere odaklanmıştım.
"Hadi yakışıklı burada durma, aşağıda onlarla dans etmen gerek."
"Nedenmiş o?"
Meydan okurcasına konuşsam da gözlerimin onunla buluşmamasına çabalıyordum çünkü gözlerimin o gümüş tonuyla sarıldığını hiç mi hiç sanmıyordum. Fakat kadın, benim o gümüşe dönmediğini düşündüğüm gözlerimi kocaman açmama sebep olacak bir arzuyla dudaklarımı öpmeye başladığında durum değişmişti.
Hayır yani 26 yaşında bir erkektim, öpüşme ne kadar tutkuluysa, o kadar kontrolsüzdüm. Bu kadın bunu bilmiyor muydu?
Saat: 23:01
Kadınla öpüşmem ne kadar süre almıştı, bilemiyordum. Ama nefes alabildiğimde, bütün edasıyla geri çekilerek, kızıl saçlarını arkaya atan kadın gülümsemesini solduran bir durgunlukla, bana baktıkça karanlık bir ifadeye bürünmüştü.
"Yanlış kişisin sen."
Kadının panik içinde bana bakışı ve kabul etmeliyim ki kırıcı bir şekilde sanki beni öptüğü için iğrenmesine karşılık ben de bir adım geri attım.
"Beni öpen sensin be kadın."
"İsmim Jolin. Bana kadın diyerek hitap etmek hiçbir centilmene yakışmaz." Kadın gözlerini kısarken gümüş rengi ışıltıyla bana doğru yaklaşıp fısıltıyla konuştu. Bu söyledikleri kafamı karıştırma konusunda, buraya geldim geleli en başarılı şeydi.
"Bu savaşı kazanamazsın hayatım" elleri aynı zamanda sakallarımın üzerinde, yanağımda gezinmişti. Bana bir adım daha yaklaşarak, hülyalı bir sesle konuşmaya devam etti.
"O kadar güçlü değilsin."
Ben de kekeme bir halde ona doğru dönüp soru sormak üzereyken, kadın ortadan bir anda kaybolmuş, üst balkonun korkuluklarından kendini bırakarak, kendini kalabalığın içinde kaybetmişti. Burada ne aradığımı ben onlardan daha az sorguluyordum. Yapmam gereken bir iş olduğunu hissediyor, kulağımdaki fısıltılarla, mücadele ederek, kendimi gördüğümden farklı şeyleri keşfetmeye zorluyordum. Buradaki bu tozlu sayfalardan fırlamış adam ve kadınlar her kimse, hepsi birbirinden acayipti. Başka ne biliyordum? Hepsinin gümüş rengine dönüşmüş gözlerinin maskeyle bir ilgisi vardı ve bu onları insan olmaktan çıkaran başka bir husustu. Ya bu adamlar ölü olmalıydı ki az önceki öpücük bunun olamayacağını çok açıkça göstermişti; ya da bilmediğim bir kapıyı açmış bulunmuştum ve yine buradakiler benimle aynı insan kalabalığına ait olamazdı.
Gözlerim etrafı tararken, tam da karşı kısımdaki korkuluğun ardındaki adamı gördüğümde gözlerimi kısmıştım. Adam omzundan aşağı sarkan pelerini ve simsiyah maskesiyle gümüş rengi gözlere sahip olmayan tek kişi olmalıydı. Bu, onu benimle aynı durumda yapabilir miydi?
Adamın arada bir gözlerinde beliren ışıkla aslında başka bir şey yaptığını fark ettiğimde bu sorum da aynı anda cevaplanmıştı. Siyah saçları arkaya doğru düzgünce taranmıştı. Yine de... bu maskenin ardında ne olup bittiğini çılgınca merak ediyordum. Bu kadar adam ya beni ilaçlamıştı ve ben rüyalar âlemindeydim, ya da gerçekten de hiç görünmeyecek kadar güçten düşmüştüm. Adamın arada bir başka renklere dönüşen gözleri sürekli hareket ediyordu. O gözlerini balkondan aşağıya doğru gezdirirken, az önce beni öpen kadının da ona doğru baktığını gördüm. Belki de gerçekte öpmesi gereken kişi oydu diye geçirirken aklımdan, kadının gözleri bana doğru döndü. Bunun olmasını istememiştim ama başım yavaşça yukarı doğru kalktığında, karşı balkondaki adamın bana bakan gözleriyle karşılaştım. O korkunç, tüyleri diken diken eden iştahlı gözleri bana bakıyordu. Bu beni çikolatalı bir pasta olarak gördüğü için oluşan bir iştah değildi tabii, beni de o maskelerden birinin ardına koymak için sabırsızlanıyordu. Bu adam, buradaki ruhlara her ne yapıyorsa, aynısını yapmak için uğraşacaktı.
Beni fark etmiş olması bile şaşırtıcıydı ama en şaşırtıcısı da adamın arkasındaki aynada kendi yansımasına karşı durmuyor olmasıydı. Bu koca salonda bir ben, bir de şu gözlerime dik dik ve korkutucu bakan adam aynalar da görünmüyordu. Hay aksi!
Saat: 23:32
Kulağımdaki fısıltılar bana ismimi söylerken, uyandırılmaya çalışıyormuş hissiyle mücadele etmek kadar rahatsız edici bir şey yoktu. Ya bu karşımdaki Drakula kılıklı adamın suçuydu bu ve zihnimle oynamasına engel olamıyordum, ya da...
Aşağıda danslarına mola vermiş olmalarına rağmen aynı şekilde hareket eden kalabalık, öylece duruyor; kesilmeyen müziğe rağmen, kendi aralarındaki sessizlik yüzünden hayatımda gördüğüm en büyük ama en sıkıcı balolardan birinin olmasına neden oluyorlardı. Kendi kendime söylenip, karşıdaki adamın bakışlarından kurtulmak için içeri girdim. Aşağıya inmek için meyillenmişken, yukarıdayken fark ettiğim, ön kapının hizasındaki başka bir kapıyı gözüme kestirmiştim. Burada daha fazla durmak için deli olmam gerekiyordu. Bir şekilde çıkmam iyi olacaktı çünkü şu yukarıdaki adamın gözlerinin beni kontrol etmesini hiç mi hiç istemiyordum.
Adı Jolin olan kadın beni yeniden bulduğunda, balo salonuna henüz çıkamamıştım. Merdivenlerin bitişine çok az kala durmuştum. Bu kadında bir gariplik vardı. Gözlerinin gümüş parlaklığı arada bir okyanus mavisine dönüyordu ve bir türlü anlayamadığım şekilde sürekli histerik ifadeler takınıyordu. Yani kadını bu maskeli haliyle bile çok güzel bulmuştum ve bana tanıdık gelen bir tarafı vardı. Yine de tam olarak çıkartamıyordum. Ya da tanıdığım birine çok fazla benziyordu. Kadına sorgularcasına bakarken, önce salona doğru bakmış, sonra bana heyecanla dönmüş ve yanıma koşar adım gelip, ellerimi tutmuştu. Biri bana söylemeliydi, bu kadının nesi vardı böyle!
"Lütfen, lütfen, buradan çıkman lazım."
"Tamam beni bırakırsan ben de tam olarak bunu yapmaya gidiyorum."
Bunun üzerine gözlerime, o okyanus derinliğindeki gözleriyle bakarken elimi kısaca, güç vermeye çalışırcasına sıktı.
"Çok dikkat etmelisin. Seni almayı çok istiyor. Onun seni yakalamasına sakın izin verme. Şu maskeyi çıkarabildiğin anda, çıkarmaya bak."
"Çıkarabildiğin derken..." diye sorgularken, istemsizce maskeye doğru elim gitmişti. Onu çekiştirerek çıkarmaya çalışmış olmama rağmen, başaramamıştım. Biraz daha zorladım. Yok. Olmuyordu. hiç hareket etmiyordu bile.
"Ama bu... Yani ben kendim taktım öyle değil mi, çıkarabiliyor olmalıydım?"
Jolin bana neredeyse ağlamaklı gözlerle bakarken, sakinleştim. Bu kadının gerçekten de nesi vardı böyle?
"Beni tanıyor musun? Anlamıyorum. Zaten ben neden buraya geldim ki?"
"Anlamaya çalışma. Neler olduğunu fark edersen kaybedersin. Dinle. Planın neyse onu uygulamaya çalış, olur mu? Elimden gelirse sana yardım edeceğim."
"Sen neden kalıyorsun ki burada, beraber çıkabiliriz istersen. Yani tekrar beni öpmene de hayır demezdim." Kendimi gülümserken bulmuştum ama o çok ciddi ve hala ağlamaklıydı. Başını sürekli bana "hayır" dercesine sağa sola sallayıp duruyordu.
"Ben çıkamam, uğraşıyorum ama artık o kadar güçlü değilim. Hadi. Git."
Sonra dudaklarım aralanıp, ona bir şey söylemeye niyetlenmişken, o okyanus mavisi gözler yeniden gümüş parlaklığına dönüvermişti. Üstelik bakışları da aynı şekilde değildi artık. Yukarıda beni öpüp, saçmalayan kadına dönmüştü. Acımasız ve umursamaz. "Ah, demek yardım almaya çalışıyorsun. Ne yazık ki o sana yardım edemez" derken, yüzümdeki şaşkın ifadeyi çok keyifli bulmuş olacak kahkaha atmıştı.
Ben de onu omzundan itip, koşar adım salona çıktım. Bu kalabalık, insanı çığlık attırabilirdi. Sanki bütün şehir buradaydı. Ne diyordu notta tam olarak "şehrin en kalabalık balosu ... " gibi şeyler. Başımı sallayıp, düşüncelerimden kurtulup, kaçış planıma odaklanmaya çalıştım. Kalabalık benim üzerimde ezici üstünlük gibi etrafımı sardığından bunu da çok zor yapıyordum. Bir an için yukarı kaldırdım gözlerimi. Drakula kılıklı adamın orada durup durmadığını merak ediyordum çünkü onun peşimde olması ihtimali beni geriyordu. Ve... elbette yerinde değildi. Öfkeyle nefes bırakıp, kalabalığa dahil olmaya çalıştım. Beni bulmasını engellemek için her şeyi yapardım. Ondan tam olarak neden korkmam gerektiğine bile emin değildim ama korkmam gerekiyordu. Sadece nedenini bilmiyordum. Üstelik saati takip edemiyordum. Bu da beni geriyordu. Zaten gece yarısı bitecek ne demekti ki? Gece yarısı balo mu BİTERDİ!
Stres damarlarımı çatlatmaya başlamışken, aynı zamanda nefes almakta da zorlandığımı hissediyordum. Ciğerlerim ağrıyor, bacaklarım tutmuyordu. Bunların hepsi stresin etkileri miydi emin değildim ama iyi hissetmiyordum. Kalabalığı güçlükle yararak ilerlerken, hızlı yol kat edemediğimi de fark etmiyor değildim. Bu kumaşlara takılmadan yürümenin zorluğu da cabasıydı. Korkunçtu. Her şey korkunçtu.
Kapıya vardığımı düşündüğüm anda bir şey oldu.
Müzik durdu ve herkes bir yol açar şekilde çekilmeye başladı. Musa'nın kızıl denizi yarması gibi bir sahneydi bu. Bu kadar kalabalık, gümüş gözlü maskeli insan görünümlü şeyler patika açarak, onları kontrol eden efendilerine yol açıyorlardı. Hemen arkasında Jolin'i de görüyordum. Belli ki planımı anlatmıştı ama gözleri gümüş rengiyle parladığından, merdivenin ucunda konuştuğum kadından farklı olduğunu anlayabiliyordum. Çata çata şizofrenin tekine çatmış olmalıydım. Tüm kalabalığa rağmen böyle bir sessizlik nasıl olmuştu da, salona dolmuştu anlayamıyordum. Ancak, bu adam bana doğru gelirken ayak sesi yavaş yavaş parkenin üzerinde yankılanan tek şeydi. Geri geri çekiliyordum.
Kapıya doğru gitmeye çalışmak, artık nerede olduğunu bildiğimden daha mantıklı geliyordu. Ancak etrafımdaki ve hala arkamda duran kalabalık bana o kadar da izin verecek gibi değildi. Onlara takılıyordum, yine de zorluyordum.
Fakat bu adam durmak bilmiyordu ve kendinden çok emindi.
Saat: 23:51
Gece yarısı geldiğinde ne olacaktı bilmiyordum. Patlayacak mıydık? Hepimiz balkabağı mı olacaktık kestiremiyordum ama ondan önce beni bu üzerime doğru gelen adam korkutuyordu. Birden bire konuşabildiğini gördüğümde şaşırmak için yeni bir sebep bulmuştum kendime çünkü bana hiç kelimeleri harcayabilecek bir adam gibi gelmemişti. Yerine gözleri de çok iyi iş yapıyordu aksine.
"Kaçamazsın. Onlar gibi bana kendini bırakırsan, senin için huzurlu olur. Acıdan kurtulursun."
"Genelde dik kafalı olmakla tanınırım. Yani Drakula, ben almayayım" derken aynı anda bunu hangi aklıma hizmet söylemiş olduğumu da düşünmüyor değildim. Ben kimdim ki ona kafa tutuyordum sonuçta adam gözleriyle bir şehir dolusu adamı kendine kukla yapmıştı ve ben, sadece "bir" adamdım. Gözlerim Jolin'le buluştu. Bir şeyler yapması için yalvarmak istiyordum, sanki onun gücü yetecekmiş gibi. Yetmesini diliyordum. Burada ne işim vardı benim!
"Bakın ben buraya ait değilim. Yani sanırım gelmemem gerekiyordu. Sadece o notu buldum ve..."
"O notu buldun çünkü sana gönderilmişti. Buraya savaşmak için gelemezsin. Buraya ait olduğun için gelirsin. Tüm acılarından kurtulmak için. Buradaki her bir ruh gibi. Kendini bana bırakman yararınadır."
Adam gerçekten de senatör gibi konuşuyordu, bu doğru. Az daha söylediklerine de kanmak üzereydim. Özellikle şu ciğer ağrım beni öldürmek üzereyken. Ama elbette, tüm bu karmaşa, kalabalık ve şaşa benim gözümü boyayamazdı. "Burası tam olarak neresi?"
"Burası araf. Bir adım sonrası benimle, onların arasına katılman demek. Masken bile senden ayrılmak istemiyor. Gölgelerden fazlasını görebiliyorsun. Ama buraya ait olmadığın için aynalar bile seni inkar ediyor. Kendini artık bırak."
Ellerimle başımı tutarken, öfkeyle gözlerimin yaşardığını hissediyordum. Bu iş buraya nasıl gelmişti hiç anlayamıyordum. Adam neler söylüyordu? Gerçekten "beynimin içine ettiniz" diye bağırmak istiyordum. Dinlemek istemiyordum. Kulaklarımı bu yüzden kapamış, hararetle başımı sallayıp duruyordum. Aynı zamanda geri geri gitmeye devam etmeye çalışarak, arkamdakileri itekliyor, kimisinin ayağına basıyor, kimisinin kumaşını çekiştirip yırtıyordum.
"Beni burada tutamazsın kafasız herif" diye bağırırken bulmuştum kendimi. Tüm benliğimle burada olmayı inkar ediyordum. Bu işin nereye gittiğini anlamıştım. Tam bu sırada, kısa süre de olsa gözleri yeniden okyanus mavisine dönen Jolin, adamı itekledikten sonra ellerini ileri doğru açtı ve bana "git... çabuk, çok az zamanın kaldı. Çık o kapıdan" diye bağırırken anlamadığım dilde bir şeyler daha mırıldandı. Ne yapıyor olduğunu anlamaya çalışarak gözlerimi kıstım. Büyü müydü o?
Tam olarak büyüydü. Ellerinden çıkan güneş rengi ışıkla etraf aydınlandı ve neredeyse tüm vitray camlar bir anda darmadağın oldu. Bense, kalabalığa aralarından kaçmak için son bir kere daha bütün gücümle omzumu vurdum. Kapıya dokunup dışarıya kendimi attığımda, dışarıda yağmur yağıyordu. Aynı anda maskemi, yüzümden sağa doğru fırlatmam bir oldu. Geride camları aşağı inmiş ve hala büyüyle parlayan opera binasını bırakmıştım ama sonra bu karanlık da, ismimi söyleyen tanıdık bir sesle kayboldu. Annem fısıldıyordu;
"Nefer... iyisin oğlum. Hadi aç gözlerini."
Saat: 00:00
Şu güçten düşme meselesine gelince; ismim Nefer. Bir kanser hastası olarak, derin bir uykuda, virüslerimle savaşırken, kaybolduğum dünya, araf dedikleri lanet içinden çıkmayı başarmanın ödülü olarak, oksijen maskemden kurtulmuş durumdayım. Sonsuza dek kalmak için gittiğim o yerden bir şekilde kurtulmuştum. Karşımdaki siyah kedi portresine ve saate karşı gözlerimi açarken, ciğerlerimdeki ağrının da yavaş yavaş dindiğini hissediyordum. Dışarıdaki yağmur sesi kulaklarımı sızlatıyordu.
Sadece, önümden geçen sedyede bu savaşı kaybeden kişinin kim olduğunu hatırladığımda, kendime nasıl gelecek olduğumun düşüncesi içine dalmıştım. Birinin ekranı düz çizgiye dönmüştü. Kalbi duran kadını götürüyorlardı. Yatağının başında yazanı okuyabilmek için gözlerimi kıstım.
"Jolin."
Ben yaşamaya devam edecek miyim peki? Şimdilik solumdaki ekranda inip çıkan grafik bana "evet" diyor.
Başka bir maskeli baloya davet alana kadar sanırım güçlü olan hala ben olacağım.
SON
Comments